Maskeler

Özene bezene iki çeşit yemeğimi pişirdikten sonra hazır mutfağa girmişken şu fırın tepsisini de yıkayıvereyim derken buldum kendimi. Ben ne zaman anne gibi konuşmaya başladım? Kendi kendime bile olsa. Ben ne ara böyle hamarat oldum? Biraz evvel lisansüstü tezlere ve dönem sonu ödevlerine düzeltme veren bir akademisyendim oysa. 

İşte o zaman maskeleri düşündüm. Gün boyu taktığımız çeşit çeşit maskeyi. Öğretmen, öğrenci, kardeş, arkadaş, çocuk, ebeveyn, komşu, müşteri...

Hepsinin kendine ait bir mekânı vardı şimdiye kadar. Okulda öğretmen, stüdyoda öğrenci, kafede arkadaş, markette müşteriydim. Mekâna ayak basar basmaz maske kendiliğinden gelip yapışıyordu zaten üzerime. 

Oysa şimdi tek  bir mekânın içinde, kendi kendime sürekli maske değiştiriyorum. Hiçbir maskenin kendine ait bir mekânı olmadığı gibi, kendine ait bir zaman dilimi de yok. Öğretmen maskesini çalışma odamda da takıyorum salonda da. Mutfakta evimin hanımı da oluyorum, hoparlörü açıp kardeş, çocuk, arkadaş da. Kapı çalıyor müşteri oluyorum. Camı açıyor komşu oluyorum. Sanki evin içinde bir sürü ben var ve her yerde dolaşıyorlar. Çarpışıyoruz bazen. Bazen birbirimizin ayağına dolanıyoruz. 

Kötü bir şey mi? Hayır. Değişik. Yeni. İçimdeki ben'leri keşfediyorum böylece. Sanki ilk defa hepsi bir arada ve ben hepsini birden görebiliyorum. Zevkle yemek yaparken bir e-posta geliyor ve öğretmen olan ben sinirlenip saydırıveriyor. Kendime anne olan ben öğretmen olan ben'e "ilahi" deyip gülümsüyor. 

Delirdim mi? Belki. 

Doğala Dönüş

Sosyal mesafe süreci para ödeyip başkalarına yaptırdığım çoğu işi kendim yapabileceğimi gösterdi. Üstelik de keyif alarak. 

Evi köşe bucak temizlerken, hiç acelem olmamasının ve bu işi günlere yayabilecek olmanın verdiği huzurla, kendimi çok iyi hissettiğimi fark ettim. Yavaş yavaş, sakin sakin temizlik yapmak adeta bir arınma ritüeline dönüştü. O zaman hep söylediğim bir şeyi yeniden hatırladım: her şeyi yogaya dönüştürmek mümkün. Görevden ziyade bir meditasyon. Kendime yaptığım bir iyilik. Hayatıma kattığım bir güzellik. 

Bir kısmını bitirdiğim temizliğin sonunda aynı hislerle kendimle ilgilenmeye başladığımda önce ayaklarımı fark ettim. Değişmişlerdi. Tenim daha yumuşak, tırnaklarım çok daha sağlıklıydı. Çünkü saatlerce ayakkabıların içinde sıkışmıyorlardı artık. Aynanın önündeki makyaj temizleme yağına takıldı gözüm. Kullanım süresi ne zaman bitecek acaba? Ne kadar uzun zamandır makyaj yapmıyorum. Ne güzel. Yüzüm, gözüm için ne büyük rahatlık. Zaten 3-4 ayda bir el değdirdiğim saçlarımı belki de artık hiç kimyasallara maruz bırakmayacağım. Belki bir müddet sonra tüylerimi yolma sevdasından da vazgeçeceğim. Özüme döneceğim.

Evde tek başıma hayatıma bu kadar alışınca kendimi olduğum gibi kabul etmeyi de öğrenmeye başladım sanırım. Daha süreceği belli bu yalnızlığın bir olumlu yanı beğenilme kaygısının ortadan kalkması. Bir kendini bırakma hâli değil elbette. Doğalınla barışma. Beğenmek isteyen bunu beğensin. Beni besleyen, bana iyi gelen şeyler o kadar dikkatimi çeker ve o kadar oyalar oldu ki aklım yalnızlığıma gitmiyor zaten. Yalnız olmama ihtiyacı duymuyorum. Şimdilik. 

İlk günler iç sıkıntısıyla biraz suyunu çıkardığım abur cuburun yerini artık sağlıklı ev yemekleri aldı. Çünkü yemek yapmak da rahatlatıyor. İyi geliyor. Kendime şefkat göstermenin en güzel yollarından biri. Yemek piştikten sonra, hele bir de lezzetli olmuşsa, gelen başarı duygusu. O yemeği yerken sanki kendimi ödüllendirmişim gibi hissediyorum. 

Deliriyor muyum? Belki. Ama hayat zaten bir delilik değil mi? Ulaşmaya çalıştığımız nokta aslında hep çocukluğumuz, çocuğun o her şeye şaşıran, her şeyde muhteşem bir mucize gören, gördüğü bu mucizelere kahkahalarla gülen hali değil mi? Doğal olan bu değil mi?